ALTI BİN YILLIK SES İZLERİ…      

                Bazı tarihçi ve müzikologlar Türk müzik tarihinin kökenini altı bin yıllık temellere dayandırmaktadır. Asya göçleri sırasında Şaman Davulları’na urbalarını, tokmaklarını vuran şifacı hekimlerin, Kam’ların efsunlu ilahilerinin şifasında yankılanan ses izleri, bir ağacın parçasından yekpare kopan bir gövdede, at kuyruğundan dizilen telleriyle kimi zaman kopuzunun yayını çeken Dede Korkut Ata’nın elinde can bulan kolcakopuz sazının nağmeleriyle, kimi zaman M.Ö. 1700’lerde Pazırık Vadisi’nde yaşayan halkların ellerinde inleyen, yüzyıllar sonra Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde “Çalgı-Çengi” takımlarının rakseden çengilerine eşlik eden çeng sazının icracılarının parmak uçlarındaki yüzüklerden çınlayan ezgilerle yol alır.

Devletin sembolü olan ve kutsal sayılan büyük mehter davullarını çalan davulcu takımlarının önünde giden mehterbaşının elinde komut veren çevgan asası yüzyıllarca gerek kök adı verilen müzik ezgilerine gerekse Çeng-i Harbi adı verilen eserlere de eşlik etmiştir. Deve derisinden vurulan kösler 9 kat mehter takımının nidalarına refakat ederken, düşman askerine korku salan bir uğultuyla nabızları durduran ve tüyleri ürperten bir nâm salmışlardır.

Çalgıların sınıflandırılmasında üflemeliler grubunda yer alan borular kerrenay, zurna, nefir, derviş boruları, boru, çifte kaval, çoban kavalı, mıskal, düdük, sipsi gibi birçok saz kulaklarda akıcı bir nefesin sıcaklığını bırakır. Efsaneye göre kâh şehre bir yabancı geldiğinde Ayasofya’nın önünde yer alan sütunun üzerinde duran meleklerin elinde üflenen borular, kâh gezgin Kalenderî, Bektaşî dervişlerin ellerinde ve kuşaklarında asılı duran derviş boruları olarak tarihe damga vurmuştur.

Mûsıkî fasıllarında hanende elindeki tefin zillerine, şarkılarıyla dinleyenlerin gönüllerine vururken, köy düğünlerinde görevli elleri kınalı kadın müzisyenler dairelerinin, un eleğinden yaptıkları deflerin bağrına vura vura türkülerini çağırır.

Kimi zaman Asya coğrafyası’nda tar ailesi olarak da anılan dutar, setar, çartar, şeştar çalgılarına eşlik eden, komuz, dombra, rübab, koçkarca, Anadolu’da ve Yeniçeriler’in arasında en çok sevilen sazlardan biri olan çöğür, 13. Yüzyılda Yunus Emre’nin mısralarına konuk olan kopuz ve çeşde, tanburacı Osman Pehlivan’ın atadan, dededen kalma tanburası, Hz. Mevlânâ’nın Yaradan’ın varlığından ayrılıp, kamışlıktan koparıldığı için feryat figân ettiğini, inlediğini, ayrılığı şikayet ettiğini söylediği, dervişlerin nefesi neyin sesi, Muhteşem Süleyman olarak da anılan Kanunî Sultan Süleyman’ın mûsıkî meclislerinde başköşede oturan kanun sazı, Sultan Süleyman’ın veziri Pargalı İbrahim Paşa tarafından icra edildiği belirtilen, göğüs kafesine, insan sinesine dayanarak çalınmasından ismini alan sinekeman, rakseden rakkasların ellerinde ritimleriyle yürekleri neşelendiren çalpara, kastanyet, çağana yüzyıllara meydan okurcasına, zamana inat ezgiler dizer, durur.

Ve altı bin yıldır müzik tarihimizde yer alan yüzlerce çalgıdan kaybolmadan günümüze kadar gelebilmeyi başarabilmiş ve halen dünyanın çeşitli bölgelerindeki ve Anadolu’daki halkımız tarafından icra edilmeye devam eden bizim çalgılarımız…

Düğünde davulla, ağıtta ses telleriyle birlikte titreşen şu kalbimizde altı bin yıllık bir sesin seli akıyor.

Duyuyor musunuz?